Ülkeler
KALBİM AMAZON’DA KALDI…
En yakın ışık kaynağına 2 saatlik bir tekne yolculuğu mesafesinde olduğunuzu hayâl edin. Gece, Amazon ormanlarında elinizde bir fenerle yürüdüğünüzü. Birden rehberiniz sizi durduruyor ve fenerinizi söndürmenizi istiyor. Zifir karanlıkta kalıyorsunuz… Başınızın üzerinizde yıldızlar, hiç görmediğiniz kadar parlak… Görme duyunuz devreden çıkınca, işitme duyunuz devreye giriyor. Ormanın sesi… kurbağaların, böceklerin çıkardığı sese, rüzgârın sesi de ekleniyor. Öylesine büyülü bir andasınız ki, feneri tekrar açmak istemiyorsunuz.
Ekvador’da Amazon Ormanlarına yaptığım 4 günlük turun, hayatım boyunca unutamayacağım bir deneyime dönüşmesini beklemiyordum. Ancak eko-turizme yeni bir boyut katan bu tur sayesinde, artık Amazonların kalbimde apayrı bir yeri var.
Güney Amerika’ya gittiğimde, en çok görmek istediğim yerlerden biri de, Amazon Ormanlarıydı. Peru’da pasaportumu çaldırmam ve tüm planımın aksamasıyla, Iquitos’a gidememek beni hayli üzmüştü ama Ekvador’da Quito’da boş gezenin boş kalfası gibi dolaşırken, Hostel’deki broşürü görmemle, Amazon’u burada ziyaret etmeye karar verdim. 4 günlük turun bedeli, her şey dahil 240 dolar olunca bana makul geldi, hele hele Galapagos turlarının uçuk fiyatlarından sonra, Amazonlar için gözden çıkarılmayacak bir miktar değildi.
İki saat boyunca, yağmurun altında süren yolculuk…
Quito’dan, Amazonların sınırındaki Lago Agrio kasabasına gece otobüsüyle 8 saatlik bir yolculuktan sonra vardık. Sabah 9:30’da şoförümüz bizi beklediğimiz restorandan aldı ve iki saat kadar yol aldıktan sonra, teknelerin kalktığı noktaya vardık. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu. Muşamba yağmurluklarımızı giydikten sonra, üzeri açık teknemize oturduk ve tam iki saat bolunca, yağmurun altında, nehir boyunca yol aldık. Bazen yağmur o kadar şiddetleniyordu ki, kafamıza vuran damlalar can yakıyordu ve göz gözü görmüyordu. İlk başta ıslanmaktan sinirim bozuldu. Sonra kafama dank etti… Amazon Yağmur Ormanları’ndaydım. Tabii ki yağmur yağacaktı… Amazon’da yağmurun keyfi çıkmayacaktı da, nerede çıkacaktı?
İnsan bazen nerede, ne yaptığını unutuveriyor. Amazon’dasın, yağmura kızıyorsun… Gülmeye başladım. Sanki İstanbul trafiğinde, eve yetişiyormuş gibi sinirlenmenin anlamı ne? Yanımdaki tur arkadaşlarına dönüp “Eee n’apalım? Bizde bir atasözü vardır: Hamama giren, terler…” dedim. Bu sözümden ne anladılar bilemem, benim de çok umurumda değil zaten. Önemli olan yolculuğun tadını çıkartmaktı… Öyle de yaptım.
Yolculuğumuzun sonunda, bütün medeniyetten uzakta, karadan ulaşımı olmayan ve 3 geceyi geçireceğimiz Dolphin Resort’a vardık. Resort deyince aklınıza ultra lüks oteller falan gelmesin, buradaki
yerler, tamamen güneş enerjisiyle çalışan, ekolojik konaklama alanları. Her şey son derece minimumda. Telefonlar yalnızca, sabah 8-akşam 5 saatleri arasında şarj edilebiliyor ve odalardaki ışıklandırma da mum ışığından hallice. Bütün iptidai koşullarına rağmen ise, yemekler son derece lezzetliydi ve bizimle çok güzel ilgilendiler. Bu arada medeniyetten uzakta demek, tabii ki wi-fi veya başka herhangi bir internet bağlantınızın da olmaması demek. 4 gün boyunca, sinyal kirliliğinin olmadığı bir alanda bulunmak insana gerçekten kendisini çok iyi hissettiriyor bunu da eklemeden geçmek istemedim.
Akşam üzeri Resort’a vardığımızda, o kadar ıslanmış ve yorulmuş haldeydik ki, odalarda bir köşeye bayılıverdik. Ancak programımız gereği, iki saatlik bir nehir turu yaptık ve akşam yemeğine kadar nehrin tadını çıkardık.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra tekrar teknelerimize binerek nehrin derinliklerine doğru yola koyulduk.
Nehirde, bizden başka tur tekneleri de vardı ve hepimiz ağzımız açık, etraftaki güzellikleri izlemekteydik. Yolda ağaçlardan ağaçlara atlayan maymunlar, başımızın üzerinden uçan değişik türdeki kuşlar, papağanların uzaktan kulağımıza çalınan sesleri, nehirde gördüğümüz küçük Amazon timsahları, hepsi sanki bir film setindeymişiz gibi bir duygu yaratıyordu.
Bir saatin sonunda, teknemiz kıyıya yaklaştı ve rehberimiz Tamara eşliğinde, etraftaki farklı böcek türlerini incelemek üzere yollara koyulduk. Amazon’da en büyük tehlikenin puma ya da jaguarla karşılaşmak olduğunu düşünürdüm ama, Tamara’nın bize verdiği bilgiler ışığında, tırnağınız kadar bir kurbağanın ya da mini minnacık bir karıncanın sizi öldürebileceğini öğrendikten sonra nereye bastığıma daha da dikkat eder oldum. Ormanda, büyük hayvanlardan oluşan bir makro hayat varken, böceklerden oluşan bir de mikro kozmos vardı. Hele yaprakların arasında iyice kamufle olmuş, tarantulayı gördüğümde heyecandan elim ayağıma dolaştı.
Fenerlerimizi söndürdüğümüzde, karanlıkta ormanın sesini dinlemek, asla unutamayacağım bir deneyimdi.
Akşam yaptığımız gece yürüyüşü ise, tek kelimeyle unutulmazdı. Çünkü rehberimiz, ilerledikten bir süre sonra, ormanın orta yerinde bütün fenerlerimizi kapattırdı ve zifir karanlıkta kaldık. 5 dakika boyunca, karanlıkta ormanın sesini dinleyip, yıldızları seyrettik. Düşünsenize, size en yakın ışık kaynağı en az 2 saat uzağınızda, yıldızlar hiç olmadıkları kadar parlak ve karanlıkta Amazon’daki hayvanların sesini dinliyorsunuz. Fenerlerimizi yeniden açmamızı istediğinde, bir kişi hariç hepimiz bu işi biraz gönülsüzce yaptık. O da meğer, karanlıkta epey endişelenmiş ama atmosferi bozmamak için hiç sesini çıkarmamış.

Nehir yükselince, yılın belli dönemlerinde ağaçlar sular altında kalıyor ve sanki nehrin ortasında yetişmiş gibi sürreal bir görüntü oluşturuyor.
Ertesi gün, bir Amazon köyünü ziyaret ettik ve Yuca bitkisinin köklerinden ekmek yapımına yardım ettikten sonra, taze kakao çekirdeklerini kavurarak, ev yapımı çikolata yaptık. Köydeki yaşamı görebilmek ve geleneksel yöntemleri deneyimlemek çok ilginçti. Yüzyıllardır aynı yöntemleri kullanarak ve bilek gücüne dayanarak yaşamak, her ne kadar yorucu olsa da, bence insanın yaptığı şeye değer katması da anlamına geliyor.
Akşam yine otelimizde, kurbağaların seslerini dinleyerek uykuya daldıktan sonra, sabah güneşli bir havaya uyandık. O günkü rehberimiz Diego, Amazon’da kano ile gezeceğimizi ve sonra da yürüyüş yapacağımızı söyledi. Elimizde kürekler, kanolarımıza atladık, sabah saatlerinde sakin nehrin tadını çıkardık. Kanoları kıyıya çektikten sonra da, ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladık.
Amazon’da tek başına kalmak…
Bir süre sonra Diego, yürürken her beş dakikada bir arkamızda bir kişiyi bırakarak ilerleyeceğimizi söyledi. Geride kalmanın iki kuralı vardı, bir 15 metre çapından fazla bulunduğun noktadan uzaklaşmayacaktın, iki hayvanlarla ve böceklerle temas kurmayacaktın. En son da beni bıraktıktan sonra, yarım saat sonra döneceğini söyleyerek, gözden kaybolup gitti. Amazon Ormanları’nda bir başıma kalakaldım. Biraz etrafı kolaçan ettim, yanımdaki küçük göletteki hayvanları izledim… Yerlerdeki böceklere baktım. Başımın üzerindeki ağaçlarda maymunlar koşturuyordu. Devrilmiş bir kütük buldum, üzerine yağmurluğumu serip oturdum. Kütüğün üzerine bağdaş kurup, ormanı dinlemeye başladım. Yine büyülü bir an bulmuştu beni… Evimden ne kadar uzakta olduğumu düşündüm, Amazon’a gelebildiğim için ne kadar şanslı olduğuma şükrettim. Buradaydım, bir başımaydım… Hayatım boyunca görmediğim, ağaçları, hayvanları, böcekleri görmüştüm… Diego gelene kadar, mutlu mutlu oturum. Doğayı dinledim, kendimi dinledim…
Piranhalar insan eti yer mi, haydi deneyerek öğrenelim.
Akşam üzeri olurken, yakınlardaki bir lagüne doğru yol aldık kanolarımızla. Güneşi buradan batıracaktık ama önce nehirde yüzme zamanıydı. Diego’ya önce piranha, timsah durumunu sordum. “Merak etme, yerlerse seni çok hızlı bitirirler, fazla acı çekmezsin…” diye benimle kafa bulunca, atladım suya. Bulanık nehirde, aşağıda ne olduğunu görmek mümkün değildi ama herhalde adamların bir bildiği vardır, buralara kadar gelip de yüzmemek olmaz deyip keyfini çıkarmaya baktım. Güneşin batmasıyla, yine otelimize doğru yola koyulduk.
Ertesi sabah, geldiğimiz yolu geri dönerek, Lago Agrio’ya vardık ve Quito’ya doğru hareket ettik. Doğanın ihtişamı, uyumunun kısa bir süreliğine, bir parçası olabilmek; elektronik sinyallerden uzakta bir kaç gün geçirmek ise bu hayatta yanıma kâr kalan en güzel zamanlardan biri oldu.