Ülkeler
AH, VIETNAM!
Vietnam’ı görebilmek benim için çok önemliydi. Türk pasaportuna sınırda vize vermeyen iki ülke vardı. Biri Laos, diğeri de Vietnam. İki konsoloslukla birden uğraşmak içimden hiç gelmedi, ben de tercihimi Vietnam’dan yana kullandım. Ne var ki, bugün hâlâ büyük bir hata yapıp yapmadığımı kendime soruyorum.
VİZE
Vizeyi Bangkok’tan almanın zor olduğunu duyduğumdan, tercihimi Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’den yana kullandım. Büyükelçiliğe girdiğimde hiç belli etmesem de oldukça gergindim. Ne de olsa koskoca Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’ne ayak basıyorsunuz…
Hiç kimseye soru sormadan, ne yaptığımı biliyormuş gibi davranmaya karar verdim ve masada duran formları doldurup, pasaportumla birlikte gişeye ilerledim.
Gişedeki görevli, pasaportuma şöyle bir baktıktan sonra, içerideki odalardan birine girdi ve oradakilere bir şeyler sordu. “Tamam” dedim… “Şimdi canımı yakacaklar.”
Birkaç dakika sonra geri döndüğünde, “50 dolarınızı, pasaportunuzu bırakın. Yarın vizeniz hazır.” Dedi.
Günlerce vize başvurusu yapacağım diye kendi kendimi yedim, vizemi ise 24 saat içinde alıverdim. Ertesi gün pasaportumda bir aylık vizeyi gördüğümde sevinçten uçabilirdim.
Bunun yerine, Kampot’tan Saygon’a (Ho Chi Minh City) otobüsle geçmeye karar verdim. Bizi bekleyen külüstür otobüsü gördüğümde, 11 saati bunun içinde nasıl geçineceğimi kara kara düşünerek içeri adımımı attım. Koltuklar yatmıyor, yaylar yerinden fırlamış… Asya’da size hiç kimse bir şey anlatmıyor. Meğer o otobüs sadece sınırı geçmek içinmiş, daha sonra sizi Vietnam’da yataklı bir otobüse aktarıyorlar. Yine de külüstür azizliğini yaptı ve biz Kamboçya ile Ha Tien sınır kapısı arasındayken bozuluverdi. Otobüsü Vietnam’a iterek götürmek zorunda kaldık.
VİETNAM’A GİRİŞ 101
Sınırda bir doktor, uzaktan tuttuğu bir aletle ile vücut ısımızı ölçüyordu. Gerçi bir metre uzaktan tutarak nasıl ölçüyordu, Vietnam’da tıp teknolojisi bizden ileri miydi hiç bilmiyorum ama, hepimizden 1 dolar tahsil ederek, epeyce voliyi vurdu. Sonradan öğrendim ki, aşı kartını gösterince para vermek zorunda değilmişiz. Ben de daha sınırdan geçmeden ilk doları böylece kaptırmış oldum.
“Aman neyse, ülkeye girdim ya…” diye düşünerek kendimi yine otobüse attım. Birkaç yüz metre gittikten sonra otobüs durdu, tüm yolcular yeni destinasyonlarına göre Vietnam otobüslerine aktarılmaya başlandı.
Yoldu, sınırdı derken epeyce acıkmıştım, terminaldeki marketten bisküvi falan almak istedim fakat Vietnamlı muavin, “No… No… we go NOW!” diye bağırarak beni kolumdan tuttuğu gibi otobüsün içine itti. Binerken ayakkabılarımı çıkarıp, bana verdikleri torbanın içine koydum. Böylece Tayland’da market önünde terlik çıkarmadan sonra, hayatımda ilk defa bir yolcu otobüsüne de çoraplarımla binmiş oldum.
Açım… Otobüs gittikçe gidiyor ve ben çok açım. Karnım gurulduyor. 4 saatin sonunda, Mekong Deltası’nda bir kasabada duruyoruz. Apar topar otobüsten atlıyorum ve ilk Banh Mi sandviçimi daha ne olduğunu bilmeden yemek üzere, yakınlardaki bir büfeye koşuyorum. “Dolar boz bana teyze… Teyzem. Canım benim…” diye yalvarıyorum. Ne dediğimi anlamıyor ama el kol hareketlerimle, midemi gösterimi oflayıp, puflamamla derdimi anlatıyorum. Tamam diyor, hesap makinesiyle bana kuru gösteriyor. Sandviç 20 dolar dese, acımayıp vereceğim, 8 saate yakındır ağzıma lokma girmemiş. Ne dese tamam ama teyze insaflı çıkıyor ve banka kuruna çok yakın bir kurdan 20 dolarımı bozup, sandviçin parası 15000 Dong’u aldıktan sonra üzerini bana veriyor. Dünyanın en mutlu insanıyım. Sandviçim var, üzerine su alacak Dong’um var. Daha ne olsun? Hayattan o anda fazla bir beklentim yok zaten.
Bazen su alabilecek yerel paranızın olması, pahalı bir çanta alabilecek ekstra bütçenizin olmasından çok daha kıymetli bir şey haline dönüşüyor.
SAYGON DRAMI
Neyse, sonunda gecenin bir vakti Saygon’a varıyoruz. Ben yine pek tabii ki açım. Otobüste tanıştığım Anna, benim otele gelip şansını denemeye karar veriyor. Birlikte şehrin turist merkezi Bui Vien’e çok yakın olan otelimize yerleşip, bir şeyler yedikten sonra yol yorgunluğuyla bayılıp kalıyoruz.
Ertesi gün, Saygon’da olmanın mutluluğuyla kendimizi sokaklara atıyoruz. Saigon ilk bakışta, kocaman caddelerin, parkların, binaların olduğu, motosiklet trafiği yüzünden yayaların ezilmeden karşıdan karşıya geçmek için türlü akrobasi numaralarını öğrenmek zorunda kaldığı kocaman bir metropol. Ancak binaların aralarından daracık sokaklara daldığınızda, bu dev şehrin altında bambaşka bir şehir daha yattığını fark ediyorsunuz. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inden biri olabilecek tuhaf, gerçeküstü bir havası var bu ara sokakların.
Bütün evler, sadece yan yana iki yayanın veya bir motosikletin geçebileceği darlıkta olan bu sokaklara açılıyor. İnsanlar kapıları açık içeride televizyon seyredip, yemek yiyor. Kapı önlerinde çocuklar oyun oynuyor, yetişkinler çaylarını yudumlayıp gelene geçene bakıyor. Sanki Vietnam’ın başkentinde değil de, küçücük bir kasabadasınız.
İşte tam da ben bu gerçek üstü durumu sindirmeye çalışıp, hayran hayran etrafıma bakarken yanımdan koşarak gelen bir genç, hızını hiç kesmeden elimdeki telefona asılıyor ve kapıp, kaçıveriyor.
Beynim bu duruma bir iki saniye gecikmeyle tepki veriyor. Şok, ne olduğunu anlamama izin vermiyor. Anladığımda ise bacaklarım otomatik olarak harekete geçiyor ve çocuğu kovalamaya başlıyor. Parmak arası terlikle depar atmak ne kadar da zormuş. Çocuk önde, ben arkada, Saygon’da Arka Sokaklar dizisinden bir bölüm çekiyoruz. Ben bir yandan avazım çıktığı kadar İngilizce “Hırsıız… Hırsız Vaar!” diye bağırıyorum ama kimse İngilizce bilmediğinden sadece bana mal gibi bakmakla yetiniyorlar. Biri oğlanın koluna yapışsa, telefonla birlikte hayatımı da kurtaracağım. Bütün bankacılık aplikasyonları, internetten uçak bileti alınca, telefona gelen onay kodları falan gözümün önünde uçuşuyor. Telefonun gitmesi demek, yaban ellerde hesaplarıma ulaşamamak demek. Gözümden yaşlar akmaya başlıyor.
“Ulan, onun bunun evladı yaktın beni…” diye düşünürken çocuk gözden kayboluveriyor. Ben de kendimi ara sokaklardan, ışıl ışıl bir ana caddeye çıkmış buluyorum.
Anna arkamdan koşarak yetişiyor, ne olduğunu bile anlamamış. “Çok hızlı olup bitti her şey” diyor.
Bir cafeye oturup, tabletimden telefonu uzaktan kitliyorum ve en yakın polis merkezine doğru yola koyuluyorum.
Sürpriz! Saygon’un en turistik yerindeki polis karakolunda görevli olan polisler, ilkokul öğrencisi kadar İngilizce biliyor. Tepemde pır pır eden beyaz floresan ışığı ve arkamdaki nezarethanede bir bileğinden demirlere kelepçelenmiş, boştaki eliyle sigarasını içen tutuklu eşliğinde derdimi anlatıyorum. Rapor tutuluyor. Olay yeri incelemeye gidiliyor. Gece 12.30’da sirenleri açık bir polis aracına bindirilip, telefonumun çalındığı sokağa gidiyoruz. “Aha, tam burada oldu” diyorum, polis notunu alıyor. Geri dönüyoruz. Hepsi bu.
Ertesi gün, Tayland’da tanıştığım ve kısa bir süre birlikte seyahat ettiğim arkadaşım Rafa bana katılmak üzere Saygon’a geldiğinde, ben epeyce dağılmış bir haldeydim.
Bir de üzerine Kamboçya’dan daha tam iyileşmemiş sindirim sistemim, stresin de etkisiyle kendini koyuverince ben kendimi 3 gün boyunca köhne mi köhne bir otel odasında yatağa çivilenmiş buldum.
Neyse ki tedbirli tarafım sayesinde, Türkiye’den ayrılmadan önce en yakın arkadaşlarımdan birine vekaletname vermiştim. Onun sayesinde parama erişebildim. Rafa’nın kredi kartı sayesinde de, sonraki seyahatlerim için birkaç uçak bileti alabildim.

Gustave Eiffel tarafından tasarlanmış Merkez Posta Ofisi Binası’ndan Türkiye’ye kartpostal gönderirken
Tüm bunlar olmadan önce Saigon’u sadece bir gün gezme fırsatı buldum ve o gün de zaten en önemli yerler olan Vietnam Savaş Müzesi ve Eski Başkanlık Sarayı’na gitmiştim. Rafa ile de Gustave Eiffel tarafından tasarlanmış Merkez Posta Binası’nı görme şansı buldum. Yatakta, sadece muz ve pirinç lapasıyla beslenerek geçirdiğim üç koca günün sonunda, Rafa’nın Tayland’dan getirdiği karbon hapları çok şükür ki işe yaradı ve kuzeye doğru yola düştük.
Yola çıkmadan hemen önce, Hindistan’da Shashi’nin yemek kursunda tanıştığım ve şimdi Saygon’da İngilizce öğretmenliği yapan Izzy ve erkek arkadaşı Tim’le buluşup, bir akşam yemeği yemeği de araya dereye sıkıştırmayı ihmal etmedik. Gerçi hasta olduğum için ben sadece bir Hindistan cevizi suyu içebildim ama olsun, maksat gönüller bir olsun.
Ne var ki Saygon benim için Vietnam’da bitmek bilmeyen talihsizliklerimizin başlangıç noktası olarak kalacak.
DALAT
Vietnam’ın İsviçre’si denen Dalat, küçük bir dağ şehri. Yüksekte olması nedeniyle, özellikle akşamları oldukça serin. Bu da insana bunaltıcı, nemli Güney Doğu Asya havasından bir nebze uzaklaşıp, rahat bir nefes alma fırsatı sunuyor.
Dalat, yine bölgede pek göremediğiniz çileğiyle meşhur. Her yerde satılan taze çilek suları, Akdeniz bitki örtüsüne olan susuzluğumu bir nebze dindiriyor.
Dalat’a motosikletle 40-45 dakika mesafede olan şelaleler ise, görmesi, gezmesi pek keyifli yerler. 10 km uzaklıktaki Datan la ve 50 km uzaklıktaki Pongour şelalelerini gitmeyi tercih ettik. Pongour’un minik göletinde yüzüp, serinleme imkanı da bulduk.
Dalat’ın bir başka güzelliği de burada süt ve peynir üretimi yapılıyor olması. Gerçi peynirler öyle çok bayılacağınız cinsten değil ama yine de “çabaları takdire değer” diyorum ve belki de en keyif aldığımız şehir olan Dalat’a buradan selamlarımı yolluyorum.
NHA TRANG
Saygon’un kuzey doğusu’nda yer alan Nha Trang, bir sahil kasabası ve bana sorarsanız uğraması pek zorunlu bir yer değil. Kasabanın neredeyse bütün turist popülasyonu Rus olduğundan, yemek menüleri bile Rusça. Ortalık beton otelden geçilmiyor ve bütün turizm hizmetleri Rus turistlerin taleplerine göre tasarlanmış. Yine de yok ben illa gideceğim diyorsanız, şehrin hemen dışında çamur banyosu yapabileceğiniz spalar var. 20 dolar gibi bir ücret karşılığında dev küvetlerde çamura batabilir sonrasında ise, kaynak suyuyla doldurulmuş havuzlarda yüzebilir ve bütün gün keyif yapabilirsiniz.
HOİ AN
Vietnam’ın en görülesi yerlerinden biri olan Hoi An, Fenerler Şehri olarak biliniyor. Gece bütün kasaba yakılan fenerlerle gerçeküstü bir görüntüye bürünüyor. 15. Ve 19. Yüzyıllar arası Güney Doğu Asya’nın ticaret limanı olarak bilinen Hoi An, Geleneksel Çin ve Japon mimarisiyle batı etkilerini birleştirmiş eski evleriyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş.
Daracık sokaklarında dolaşmak, bugün müzelere dönüştürülmüş eski evlerini ziyaret etmek ve kafelerinde dinlenip, kahvenizi yudumlamak büyük bir keyif. Eğer civarı keşfetmek isterseniz kasabadan 1,5 saat uzaklıktaki My Son antik şehrine gidip, antik Champa İmparatorluğundan kalan kalıntıları görebilirsiniz.
Hoi An aynı zamanda, kendinize Vietnam usulü kıyafetler diktirebileceğiniz terzileriyle de çok meşhur. Ölçüleriniz alındıktan sonra elbiseniz size bir iki gün içerisinde teslim ediliyor.
Yine de turistik bir şehir olduğu için, Vietnamlı satıcıların, turistlere sergiledikleri agresif yaklaşım, en çok burada kendini hissettiriyor. Dil sorunu da olduğu için kendini fazla anlatamayan dükkan sahipleri, eğer dükkanda bir şeye bakıyorsanız “Hey sen! Bi’ şey al!” diye suratınıza bağırıveriyorlar. Bu da tabii teşvik edici bir girişimden oldukça uzak bir tutum olduğu için, genelde elinize aldığınız objeyi bırakıp dükkandan kaçarcasına uzaklaşmanıza neden oluyor.
Hoi An’da 4-5 gün geçirdikten sonra, sakinlik bize fazla geliyor eski başkent Hue’ye gitmek üzere yola koyuluyoruz.
HUE
Hue o kadar sıcak ki, insanın otelden çıkıp bir şey yapası gelmiyor. Yine de bi’ gayret, motorumuzu kiralayıp kalabalığın arasına karışıyoruz ve meşhur Hue kalesini ve eski imparatorların mezarlarını ziyaret etmek için yollara düşüyoruz. Eski Nguyen hanedanına mensup bu imparatorların mezarları oldukça görkemli ve kesinlikle görmeye değer. Ancak 40 derecenin üzerindeki sıcak ve insanı suya çevirebilen korkunç nem bize göz açtırmıyor ve iki günün sonunda Ha Long Bay’in daha serin olabileceğini düşünerek uçağa atlayıp, Hanoi üzerinden Ha Long’a bağlanmak için yola düşüyoruz.
HA LONG BAY
İşte burası zurnanın zırt dediği yer oluyor. Otelimize yerleşirken resepsiyonda oturan bir tur operatörü, bize ne yapmayı planladığımızla ilgili sorular sormaya başlıyor ve tabii ki Ha Long turu yapmaya geldiğimizi öğrenince bize, bizim otelle hep çalıştığını, ne kadar güvenilir olduğunu, diğer tur operatörlerinin adam kazıkladığını anlatıyor. Biz zaten Vietnam’da kazıklanmaktan bıkmışız, uygun fiyatla tura çıkabileceğimizi duyunca çocuğu ciddiye alıp, konuya dahil oluyoruz.
Bize çeşitli teknelerle tur opsiyonu sunuyor. Kimi tekneler daha ucuz, kimi tekneler daha pahalı, bunun teknedeki lüks seviyesine göre olduğunu anlatıyor. (Ne var ki tura çıktığımızda tüm teknelerin aynı olduğunu fark ettik. Yani 60 dolar da verseniz 150 dolar da verseniz, aynı teknelerle tura çıkıyorsunuz. Bu dolandırıcılığın ilk etabı)
Tabii ki en ucuz tekneleri yerin dibine sokuyor, bizi kaybetmemek için “çok lükse de gerek yok aslında” diyor ve bize ortalama bir tekne öneriyor. Biz bir gece veya iki gece konaklama arasında sadece 20 dolar fark olduğunu gördüğümüzde, iki gece konaklama opsiyonun daha iyi bir alternatif olduğunu düşünüyoruz ki işte burada çok feci yanılıyoruz. Konaklamamızın ilk gecesi teknede, ikinci gecesi ise körfezdeki Cat Ba adasında olacak şekilde 80 dolara anlaşıyoruz. İndirim istediğimizde ise, “size iki yıldızlı otel ayarlayacağım ve yemekleriniz çok iyi olacak. İndirim yaparsam, oteliniz çok da iyi olmayabilir” yanıtını alıyoruz. Eh, geçerli bir argüman, fazla uzatmadan paraları veriyoruz.
İlk aksilik tekneye biner binmez yaşanıyor. Rehberimiz bize teknede fazla rezervasyon yapıldığını, ilk gece için bize yer olmadığını ve bu yüzden ilk geceyi adada geçirmemiz gerektiğini söylüyor. Fazla düşünmeden, tamam diyoruz. Sonra fark ediyoruz ki ilk geceyi adada geçirmek o gece teknede bir odamızın olmaması demek. Kano ile gezinti saati geldiğinde üzerimizi genel tuvaletlerde değiştiriyoruz. Tekneye geri döndüğümüzde ise daha üzerimiz ıslakken, rehberimizin itelemesi ile limana postalanıyoruz.
Otele transferimiz ise, Çinli bir tur otobüsüne eklenmemizle gerçekleştiriliyor. Cat Ba’nın merkezine kadar bir saat son derece neşeli Çinli turistlerin şarkılarına ve rehberin patlayan mikrofonuna maruz kaldığımız için, biraz sinir bozukluğu içinde varıyoruz. O da ne? Otelin geleceğimizden haberi bile yok. Akşam yemeği yok… Odalarımıza çıkıyoruz, otel bize söz verilen otel olmaktan yıldızlar kadar uzak. Her yer küf içinde, yatakta lekeler var. Vantilatörü çalıştıralım diyoruz, çıkan helikopter sesine dayanamayıp kapatıyoruz.
Rafa’nın da benim de artık sinirlerimiz Vietnam’ı daha fazla kaldırmıyor. İkimiz de bir an önce burayı terk etmek istiyoruz. Sürekli kazıklanmaktan, çekiştirilmekten, itilmekten, otobüslerde maruz kaldığımız Vietnamca karaokeden yorulmuş bir haldeyiz. Geceyi sinir içinde geçiriyoruz ve sabah 8’de Cat Ba Milli Parkı’nda trekkinge gitmek üzere yollara düşüyoruz.
Saat 11’de bizi alacak olan tur rehberi, saat 1’de gelince Cat Ba plajına gitme şansımızı da kaybediyoruz çünkü akşamüzeri 4’te bizi yine otelden alıp, geceyi teknede geçirmek üzere limana götürmeleri gerekiyor. Saat 4’te kimse gelmiyor. Şaşırdık mı hayır? 5 oluyor… Gene kimse yok. Otelle konuşuyoruz, mutlaka gelirler diyor. Otelin önünde oturmuş, kara kara ne yapacağımızı düşünürken yoldan geçen bir Vietnamlı halimize acıyor, elimizdeki karttaki numarayı arıyor ve uzun uzun konuşuyor. Sonra bize diyor ki, ben sizi normal otobüse bindireceğim, sizi limandan alacaklar. Artık iyice çaresiz bir haldeyiz… Mecburen, “Peki…” deyip, limana giden halk otobüsüne atlıyoruz. Limana vardığımızda akşam 6’yı geçiyor. Bizi almaya geldiklerinde ise saat 7 oluyor. Bayağı bi söyleniyoruz ama kimsenin umurunda değiliz.
Ertesi gün, Ha Long kasabasına varır varmaz, tur operatörünü arıyoruz. Otele gelmesini istiyoruz. Mırın kırın ettikten sonra, otelin sahibesi arıyor ve çocuğu resepsiyona getirtiyor.
Ona durumu anlatıp, otelde çektiğimiz fotoğrafları gösteriyor. Bize 5’er dolar geri ödeme yapmayı teklif ettiğinde ise artık sinirden gülüyoruz. Ben paranın tamamını geri istediğimizi söylediğimde ise, çocuk sinirlenip bize bağırmaya başlıyor. İşte o zaman benim makaralar kopuyor. Seyahat boyunca sükunetimi korumaya çalışmaktan yay gibi gerilmiş. Zehir zemberek ne düşünüyorsam çocuğun üzerine kusuyorum. Rafa da destek kuvvet olarak girince, 20şer dolarımızı geri alıyoruz. Yine de yaşadığımız saçmalıklar için üzerine para ödemeleri lazım ama buna da şükür deyip, sakin bir 4-5 gün geçirmeyi umarak Mai Chao’ya doğru yola çıkıyoruz. Böylece Vietnam’a vardığımdan beri sabırsızlıkla görmeyi beklediğim Ha Long Bay’den hiçbir şey anlamadan dönmüş oluyoruz.
MAİ CHAO
Mai Chao, Hanoi’nin kuzey batısında pirinç çeltikleriyle kaplı bir dağ köyü. Otelimize yerleşiyoruz ve son güne kadar kıpırdamamaya yemin ediyoruz. Ben kendimi odaya kapatıp dizi izleyip, kitap okurken, Rafa da zamanını yürüyüşe çıkarak değerlendiriyor.
Bütün yemeklerimizi otelde yiyoruz ve kelimenin tam anlamıyla kafa dinliyoruz. Son güne kadar bir aksilik yaşamadan vardığımıza şükrederek Hanoi’ye doğru yola çıkıyoruz.
Ben Filipinler’e gideceğim, Rafa Bali’ye gidecek ve Vietnam macerası burada sona erecek derken, son dakika golümüz virajlı yollarda şoförümüzün uykuya dalması oluyor. Durumu Rafa fark ediyor ve biz şarampole yuvarlanmadan önce minibüsteki herkesin çabası sayesinde şoför uyanıyor. 5 dakika sonra adam yine uyuyunca, dayanamıyor minibüsü kenara çektiriyoruz. Şoföre kahve ikram edip, dinlenmesini istiyoruz ama bizi reddedip ısrarla iyi olduğunu söyleyince biz de minibüsteki 12 turist olarak, çantalarımızı alıp aracı terk ediyoruz.
Benim sinirler artık iyice laçka, adama “30 gün Vietnam’da dayandım, son günümde ölmeyeceğim” diye bağırıp iniyorum. Kendimize yeni bir minibüs ayarlayıp Hanoi’ye doğru yola çıkıyoruz. Bu da Vietnam’da başımıza gelen son aksilik olarak kayıtlara geçiyor.
HANOİ
Sonunda Hanoi’ye vardığımızda uçağımızın kalkmasına hala vakit olduğundan, biraz kenti keşfedelim istiyoruz. Trip Advisor’dan bulduğumuz bir kafeye oturuyoruz. Hanoi’nin meşhur yumurtalı kahvesini içmeden Vietnam’dan ayrılmak istemiyorum. Yumurtalı kahve, sıcak kahvenin içine çırpılmış çiğ yumurta dökülmesiyle elde ediliyor ve tadı krem karameli andırıyor. Bu emelimi gerçekleştirdikten sonra, Hanoi’nin kalabalık, ışıl ışıl caddelerinde, motor trafiğinin arasından ilerliyoruz ve bizi hava alanına götürecek olan taksiye biniyoruz.
SON
Rafa ile vedalaşırken, bu bir aylık talihsizlikler silsilesine birlikte katlandığımız için birbirimize teşekkür edip, dünyanın başka bir yerinde daha kolay ve rahat bir buluşma için birbirimize söz veriyoruz.
Beni Manila’ya götürecek olan uçağa bindiğimde ise, Vietnam’da geçirdiğim 30 günün her ne kadar zorluklarla dolu geçse de, eşsiz bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Bazı ülkeleri çok seversiniz, bazı ülkeleri sevmezsiniz ama her birinden unutulmayacak anılarla ayrılırsınız.
Benim Vietnam seyahatim, aksiyon filmlerini aratmayacak bir kalp çarpıntısıyla geçti ama son kararım, Vietnam kesinlikle görülmeye değerdi.