Ülkeler
FİLİPİNLER: DAĞLAR, ADALAR, DÜŞÜNCELER…
Yağmur az önce durdu… Ormanların üzerine tatlı bir akşamüzeri sisi indi. Somun ekmeğimden bir ısırık alıp dışarı bakıyorum. Sagada Homestay’in kasabayı tepeden gören terasında, kimsesizliğin orta yerinde keyfim yerinde. Buradaki tek arkadaşımın, derdi günü ot veya haşhaş içmek olan Alman ergen Jerry olması bile tadımı kaçırmıyor. Jerry’nin ilginç olan tek bir gri hücresi bile yok. Yakında pek bir gri hücresi de kalmayacak zaten… Sagada’ya geldiğinden beri marihuana tarlalarını görmek için yanıp tutuşuyor. –Somun ekmeğim, Hindistan cevizli çıktı. Bedbahtım. Son kalan parçayı da ağzıma atıp, akşam 5’te ötmeyi uygun gören horozları dinliyorum. Bildiğin dağ köyündeyim. Sabah 3 saatlik Eko Vadisi yürüyüşü, kanıma ekmek doğradı. Nehirlerden, çamurlu patika yollardan, kayaların arasından kıvrıla kıvrıla tırmandık.. Parkuru tamamladım mı, tamamladım ama hostele gelip de dik merdivenlere baktığımda, bu gece dışarda yatsam ne olur? Diye düşünmedim değil.
Burası artık Filipinler’in son duraklarından biri. Bir aydır o ada senin, bu ada benim dolaşıp duruyorum.
Cebu’yu fazla sevmedim, içimden bir ses bana Palawan’a gitmemi söylüyordu. Ben de içimdeki sese kulak verip, Bantayan adası ve sardalya sürülerinin yakınlarına dalmak için gittiğim Maolboal’da geçirdiğim birkaç günün sonunda, uçağa atlayıp Puerto Princesa’ya gittim.
Burada hostelde tanıştığım Amerikalı gezgin J. ile Sabang plajına gitmeye karar vermem, yolculuğun bir anlamda dönüm noktası oldu. Port Barton’da geçirdiğim 3 günün haricinde, Palawan rotasını yeni arkadaşımla yaptık. El Nido’da yıldızların altında yaptığımız kamp, öncesindeki ve sonrasındaki adalar turu gerçekten muazzamdı.
El Nido, kasaba olarak gerçekten yüzüne bakılacak yer değil. Hem çok kalabalık hem de çok pahalı. Kasabanın yakınlarında denize girilecek yer yok, illa ki ya tekne ya da motosikletle bir yerlere gitmek zorundasınız. Ancak civarındaki adalar masal kitaplarına yakışır cinsten. A, B, C ve D olarak gruplamışlar, günlük tur paketi olarak satıyorlar. Biz A turu akşamında adada kamp ve ertesi gün C turu paketini aldık. Turumuz bittiğinde ise El Nido’da daha fazla oyalanmadan, dünyanın en iyi dalış noktalarından biri sayılan Coron’a doğru 6 saatlik bir feribot yolculuğuna çıktık.
Coron da kasaba olarak pek matah değil ancak civarında 7-8 tane ikinci dünya savaşından kalma Japon kargo ve savaş gemisi batığı var. Bunların bir kısmına open water lisansıyla dalabiliyorsunuz ancak 20 metreden derinde olanlar için ileri seviye open water lisansı gerekiyor. Yine de 22 metreye kadar göz yumuyorlar.
Bir de tatlı ve tuzlu suyun buluştuğu Baracuda gölü var ki, hayatımın en ilginç dalışlarından biriydi. 10 metre derine indiğinizde suyun sıcaklığı 40 dereceye ulaşıyor. Biraz yukarı çıktığınızda ise yine serinliyorsunuz ancak maske öyle bir bulanıklaşıyor ki, insan bir anda miyop olduğu hissine kapılıyor.
Coron da kasaba olarak pek matah değil ancak civarında 7-8 tane ikinci dünya savaşından kalma Japon kargo ve savaş gemisi batığı var.
Coron’da geçen 4 günün sonunda Manila’ya 17 saatlik bir feribot yolculuğunun sonunda J ile yollarımızı ayırdık. O Çin’e doğru yola çıktı. Bense artık öyle bitmişim ki, Manila’da 3 gün hostelden çıkmadan yatakaldım.
Bunda otelin wifi’nın muazzam olması ve benim Game of Thrones’un yeni sezon bölümlerini izleyebilmemin payı büyük tabii. Bir de Manila’nın 35 derece sıcağında sokakta dolaşmanız için deli olmanız gerektiğinin.
Filipinlere geldiğimden beri aklımda olan çeltik tarlalarını görmek için yola düşme zamanıydı.
Sagada’ya gelmek için Manila’dan, Baguio’ya 7 saatlik zorlu bir otobüs yolculuğu yapmanız lazım. Zorlu diyorum çünkü, Baguio bir dağ şehri ya da daha doğrusu şehirden bir dağ.
Baguio bir dağ şehri ya da daha doğrusu şehirden bir dağ.
Yamaçların doğal bitki örtüsü derme çatma evler adeta. Baguio’ya vardığımda yine deli bir yağmur vardı. Tabii ki dünyanın her köşesinde olduğu gibi, yağmur olunca taksi yoktu.
Ama buralardaki Bi taksi muhadili Grab sayesinde, 15 dakika sonra taksimi bulmuş, otele doğru yola koyulmuştum. Artık gideceğim yere varmadan, otele rezervasyon yaptırmaz oldum.
Bunun iki nedeni var, birincisi Filipinler’de pek çok otel rezervasyon sistemlerine dahil değil.
Eğer booking’den falan yer ayırtmaya niyetlenirseniz karşınıza hep pahalı oteller çıkıyor. İkincisi de benim genişliğim afedersiniz. Genişleye genişleye bir hal oldum. “Elbet başımı sokacak bir yer bulurum…” diyor, yaradana sığınıp, otel arıyorum. Daha önceden bloglardan falan okuyup, gözümü kestirdiğim bir otel varsa oraya gidiyorum ilk. Yoksa dolanıyorum.
Baguio’da pek yapacak bir şey yok. Geceyi otelde geçirip, ertesi sabah yola devam etmem lazım. Bir blogda Baguio, Sagada arası iki saat diye okuyup sevinmiştim ancak otelde 6-7 saatlik yol olduğunu duymamla uğradığım hüsran büyük oldu. Yine de “Hadi bakalım” diyip otobüs garına doğru yola koyuldum. Sonunda, hedeflediğim 10.30 otobüsünde yer olmadığı için 11.30 otobüsüne biletimi alıp, beklemeye başladım. İlginçtir otobüs tam saatinde kalktı. Asya’da hangi ülkedeyseniz oraya göre bir zaman kavramı var. “Thai time” var mesela, Tayland zamanı anlamına gelen. Tekne 5’teyse mutlaka sormadan edemiyorsunuz… “Normal zaman 5’te mi, Tayland zamanı 5’te mi?” Tayland zamanı 5, genelde 6 ya da 7 demek… O da şanslıysanız.
Filipinler’de de “Filipino time” var. O da benzerleri gibi normal zamanın birkaç saat ilerisinde seyrediyor. Misal tur için sizi 6’ta almaya geleceklerini söyledilerse, bu 7’den önce asla gerçekleşmiyor. Neyse uzattım. Otobüs tam 11:30’da yola koyuldu… Ama ne yol. Çocuk kusturan cinsinden.
İlk bindiğimde, yukarıdan sallanan minik plastik poşetleri gördüğümde, “Aaa ne güzel, çöpümüzü derli toplu tutalım diye poşet koymuşlar…” diye düşünmüştüm, meğer o poşetler kusarsak diyeymiş. Virajlarda döne döne tırmanıyoruz. Bırakın kitap okumayı, uyumak mümkün değil. Önümdeki sabiden boğuk boğuk sesler geliyor. Babası bir poşeti bırakıp, diğerini alıyor. Yazık çocuğa, mahvoldu. Manzaramız şahane, ormanlar, başı dumanlı dağlar, nehirler falan filan da, çocuk öğürdükçe bana da bi haller olmaya başlıyor. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum. Ne zaman arabaya binecek olsam ortalığı velveleye verirdim, çok midem bulandığı için. Bu çocuk efendi efendi kusuyor, sesini çıkardığı yok. Ben 3 yaşında olsam, yolcular yolun geri kalanına katırlarla devam etme kararı almıştı çoktan. Neyse ben de hanımefendi hanımefendi tutuyorum ağzıma gelen midemi. Bi tane Johnson’s kolonya bulmuştum, bi eczaneden, onunla bileklerimi falan ovuyorum. Bu Johnson bebe kolonyaları da ilk başta güzel de, alkol uçtuktan sonra geriye kalan esans iki kat mide bulandırıcı.
Bi’ de dışarda yağmur başladı mı? Hah, çok güzeeel… 7 işkence dolu saat sonunda Sagada’ya ulaşıyorum. Tabii ben ayrıcalıklı bir gezgin olarak, gün ve zaman kavramından muaf yaşıyorum. Çoğu gün, hangisindeyiz bilmiyorum. Cumartesideymişiz… Bütün oteller hafta sonu tatiline gelen Filipinli turistler sebebiyle dolu. Otobüsten indikten 3 dakika sonra falan Jerry ile tanıştık, bir o otele soruyoruz, bir bu otele. Herkes yarın gelmemizi söylüyor. İyi yarın gelelim de, nerede yatacağız biz. Yağmur da iliklerimize kadar ıslatıyor.
Sonunda muhtemelen Sagada’nın en tapon guesthouse’unda son kalan odayı buluyoruz. Oda iki yataklı, kişi başı 300 peso. Hadi diyorum Jerry’e, bu gecelik odayı paylaşalım bari.
Çocuğun ilk sorusu, “odada joint içmem seni bozar mı?” oluyor. “içme, kokutma ortalığı git balkonda iç.” Diyorum. Bildiğin anneanne… Ama şimdi jointli odada mı uyuyayım yani?
Neyse, çıkartıyor ufak bir rambo bıçağı, ufak ufak kesiyor balyasından. Balkonda ben sigara, o jointini içiyor. Bir iki fırt da ben alıyorum… Ne kuvvetli şeymiş. Geliyor mu bana paranoya? Jerry’nin yatağının üzerinde duran rambo bıçağına bakıp bakıp, “Yahu daha 5 dakika önce tanıştığın insanla oda paylaşılır mı hiç? Ya psikopatsa, ya bu gece seni bıçaklarsa?” diye diye kendimi manyak ediyorum. Paranoyam öyle bir boyuta geliyor ki, yatmadan önce Jerry’nin uyuduğundan emin olup, öyle uykuya dalıyorum.
Otel gerçekten sefillik, ertesi sabah kalkar kalkmaz aklımdaki ilk yer olan Sagada Homestay’e koşa koşa gelip, odama yerleşiyorum. Dersaadet… Baya güzel oda. Manila’da son 5 gündür yatakhanede kaldığımdan, birden özel alanımın olması beni yatakta yuvarlandıracak kadar mutlu ediyor.
O gün Bagot gölüne yürümeye karar veriyoruz. Gözümün önünde, en kralından bi göl manzarası var. 3,5 kilometre yokuş, çık allah çık… “Değecek” diyorum… “Ağlama, kocaman kadınsın. Kaldır kıçını.” Bagot’a vardığımızda ikimizin de yüzü düşüyor. Gölet bile denmez, su birikintisi. “Nasıl yaa?” diyoruz… On dakika göletin çamurlu sularına bakıp, aynı yolu gerisin geri yürüyoruz.
Bugün için rehberle, Eko vadisi parkurunu yapmaya karar verdik. Eski inanışlardan gelen “hanging coffins” yani “asılı tabutlar”ı, mağaraları, şelaleleri falan görmek üzere yola koyulduk.

Filipinler’de, Hristiyanlık Öncesi Dönemden Kalma bir Gömülme Yöntemi: Asılı Tabutlar. İsminden de Anlaşılacağı Üzere, Tabutları Bir Kayaya Asıyorlar. Bugün, Kilise Bu Şekilde Gömülmek İsteyen Yerlilere Karşı Çıkmıyor. Gül Gibi Geçinip Gidiyorlar.
Yollar bir gece önceki yağmur yüzünden cılk çamur içinde. Üzerime böcek falan yapıştı. Bi an kene diye panikledim ama başka bi şeydi galiba. Yani umarım başka bi şeydi… Alkolle temizledim sonuçta, neyse bi kanamalı kırım Kongo falan olursam, bu yazıyı okuyun. Sebebi kene yani. 3 saat ne indik, ne çıktık ya rabbim. Az gidip, uz gidip, dere tepe düz gitmek istiyorum ben. Habire tırmanıyoruz. Kayadan atlıyoruz falan. Hayır çeviklik seviyem iyi… gayet tutunacak dal, taş falan bulup sekiyorum ceylan gibi de, kondüsyon sıfır. Hemen nabız yükseliyor, sigaradan herhalde. Yüzüm bildiğin patlıcan moru, sırtımdaki t-shirt terle yıkanmış, rüzgâr vurdukça üşütüyor. Rehber de bir mutsuz, bir mutsuz bizi dolaştırdığı için.
İşini sevmeyen adamları sevmiyorum. Baya üstün körü anlatıyor her şeyi, sonra önümüzden hızlı hızlı gidip, arkada ne haldeyiz hiç umursamıyor falan. Zaten cinnetin eşiğindeyim, iyice uyuz oluyorum.
Saat 2’de otele döndüğümüzden beri odadayım. Otelin bir restoranı var ama bugün kapalıymış. Elimdeki tek şey, Sagada üretimi küçük bir kavanoz fıstık ezmesi ve bir somun hindistancevizli ekmek.
Dışarıda yağmur bir duruyor, bir fıttırıyor. Filipinlere yağmur sezonu yavaş yavaş geliyor… Çıkıp yemek almaya üşeniyorum. Zaten etsiz pek seçenek de yok. Öyle odada oturup, yağmuru seyrediyorum şimdi pencereden. Keyfim gıcır. Hem de gıcır gıcır. Gitme vaktim yaklaştı artık… Olsun o da güzel…
Bu satırları yazdıktan sonra, Filipinler’de bir hafta daha kaldım. Çeltik tarlaları Banaue ve Batad’ı görmek istedim çünkü. Her ikisi de nefes kesici cinsten manzaralardı. Ancak Batad yürüyüşünün bu kadar zorlu olduğunu bilmiyordum.
“Batad’dan sağ çıktıııım…” diye bağırırken ayağımın altındaki toprağın göçmesiyle, bir buçuk metrelik çukurun içine düştüm.
Parkur boyunca, yürüyenler dinlensin diye kurulan çardaklarda “Batad’dan sağ çıktım” t-shirtlerini gördüğümde boyumdan büyük belaya bulaştığımı anladım. Yine de kör inadım yüzünden, yağmurun altında 3 saatlik parkuru tamamladım. Toprak yolun asfaltla buluştuğu yerde, tricycle şoförüm beni görüp el salladı. Ben de, şirinlik olsun diye kollarımı kaldırıp “Batad’dan sağ çıktıııım…” diye bağırırken ayağımın altındaki toprağın göçmesiyle, bir buçuk metrelik çukurun içine düştüm. Bi baktım ki Filipinolar koşmuş, kollarımdan tutup beni yukarı çekiyor. Yani sağ çıkamamış oldum bu son dakika golüyle. Mikrofiber havluma sarınıp, üç yanı açık tricycle’ın içinde tir tir titrerken, dişlerimin arasından kendime sövdüm otele dönene kadar.
Ertesi gün, çantayı toplayıp Manila’ya şahane virajlı bir gece yolculuğu yaptıktan sonra kendimi hostele attım. Ertesi gün de ver elini Endonezya…