Diğer Şeyler Öyküler
HİÇBİR ŞEYE SAHİP OLMAMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
Kahvemden bir yudum alıp, etrafıma bakınıyorum. Birden gözüme salonun köşesinde duran bir kuş kafesi ilişiyor. Bu objeyi çok iyi hatırlıyorum. Bir zamanlar bana aitti. Konsolun yanında dururdu ve içine şarap şişelerimi koyardım.
Şimdi, bir buçuk yıllık bir seyahatten sonra yeniden İstanbul’dayım ve bir o arkadaşın evinden bir diğerine misafir olurken, bilerek kırdığım bir hayatın parçalarına rastlıyorum.
Bir sürü eşyamı arkadaşlarıma hediye ettim. Bir evde Apple tv’m ve çay makinam, burada kuş kafesim. Eskiden hepsi evimde bir arada dururdu, şimdi artık bana ait bile değiller.
Tarifsiz bir özlem hissi gelip, göğüs kafesimin orta yerine oturuyor. Bir ev, bir koltuk, bir yatak ve bir kütüphane özlemi. Bir yere ait hissetmenin o tatlı hissi. Şimdi, ne bir yere aitim ne de bana ait bir şeyler var. İçimde, sanki bir daha hiç göremeyeceğim bir arkadaşıma sarılıp, vedalaşıyormuşum gibi, bir yalnızlık, bir kayıp duygusu.
Orada Apple Tv’m ve çay makinam, burada kuş kafesim. Eskiden hepsi evimde, bir arada dururdu, şimdi artık bana ait bile değiller.
Bir ay önce, Türkiye’ye ilk döndüğüm zaman, kıyafetlerimi çamaşır makinasına attım ve en az bir 5 dakika boyunca çalışmasını izledim. Tambur sağa sola dönerken, bazı şeyleri ne kadar hafife aldığımı ve aslında bunlara sahip olmak büyük bir lüks iken, normal ihtiyaçtan saydığımı düşündüm.
Seyahat ettiğim zaman boyunca, masrafları azaltmak için sık sık çamaşırlarımı elimde yıkadım. Gerçi, Hindistan gibi ülkelerde, kaldığım hostele versem de bir şey fark etmeyecekti ve her halükarda elde yıkanacaktı. Gereken ekipmana sahip olmadığı için birileri, benim çamaşırlarımı temizlemek için zaman ve enerji harcayacaktı.
Belki de yaşım yüzündendir… Eğer hayatın sunduğu konforlara henüz alışmamış, faturalar unutulduğu için sık sık elektriksiz kalınan bir öğrenci evinde yaşayan, 21 yaşında üniversiteden yeni mezun olmuş bir genç kız olsaydım, belki de bu seyahat gözüme bu kadar zorlu görünmezdi.
Ama 38 yaşında, zamanını para ile değiş tokuş etmeye alışmış ve karşılığında suni bir güvenlik hissi gibi çok az şey aldığı ve aslında tükettiğinin kendi hayatı olduğu gerçeğini görmezden gelerek, tüketmeye devam eden eski bir beyaz yakalı olarak, bu koşullar benden genç gezginlere kıyasla, biraz daha zor geldi bana.
Arkadaşlarıma, dünyayı sırt çantasıyla dolaşma planımı söylediğimde, bir tanesi kozmetiklere, manikürlere ve yüz bakımlarına olan düşkünlüğümü bildiğinden, epeyce gülmüş ve dünyada gelmiş geçmiş en kokoş sırt çantalı olacağımı iddia etmişti. Eşşekler gibi sırt çantasıyla dolaşıp, onu haksız çıkardım. Bu terimi, ilk altı ayım için kelimenin gerçek anlamıyla kullanıyorum. Acemi olduğum için, deli gibi 18 kiloluk çantayı sırtımda taşıdım. Zamanla, daha az kıyafetle ve eşyayla dolaşmayı da öğrendim, kalabalık yatakhanelerde, rahatsız gece trenlerinde, uzun otobüs yolculuklarında uyuyabilmeyi de. İtiraf etiyorum, Tayland’da ucuz Tay masajlarıyla biraz kendimi şımarttım, Ekvator’da da iki dolarlık kahvaltıların peşinden koşarken gidip 12 dolara manikür de yaptırdım. Bunları yapmasaydım, tanıdık alanlarıma biraz dönmeseydim çok mutsuz olacaktım. Birazcık konfor alanıma çekilmek istedim.
Döndüğümde ise, bazı şeyleri ne kadar özlediğimi fark ettim. Ocakta kaynayan bir çaydanlığın, mutfak penceresine bıraktığı buhar gibi… Size birazdan sıcacık bir çay vadeden o tatlı sesi. Evde olmanın verdiği o huzur hissini. Böyle zamanlarda aile kelimesi, aidiyetten mi geliyor acaba diye düşünürken buluyorum kendimi…
Tabletten, sayfaları kaydırarak okunan bir pdf kitabı değil de, gerçek sayfaların kokusunu… Paylaşımlı bir banyonun duşundan incecik akan, imamın abdest suyu gibi suyu değil de, sıcak, güçlü basınçlı bir duşu. Yumuşacık bir yastık ve yeni yıkanıp, ütülenmiş, jilet gibi çarşafları… Başında oturup, saatlerce gazeteni, dergini okuduğun zengin bir kahvaltı sofrasını…
Zamanında hayatımın bir parçası olan ve değerini asla bilmediğim bu küçük şeyleri ne kadar da özlediğimi fark ettim.
Artık böyle şeylere sahip olmadığım için üzülüyordum…
Çeşitli durumlarda soyulup, bir bilgisayar, cep telefonu ve pasaport gibi hayati eşyalarımı kaybettikten sonra, kendimi güvende hissetmek için yanıp tutuştuğumu fark ettim. Güvende… Her on dakikada bir cep telefonum ya da cüzdanım yerinde mi diye çantama bakma ihtiyacı duymadan ya da onu kucağımda tutarak bir restoranda yemek yemeye çalışmadan, geceleri eşyalarımı bir dolaba kitleyip değil de, neyim varsa koltukta bırakıp yatmaya gitmeyi… Etrafımda konuşulan dile tamamen hakim olup, problem yaşamadan iletişim kurabilmeyi… Dil bariyeri olmadan, pazarlık yapabilip, gerekirse tartışabilmeyi…
Bir battaniyenin altında, elinde bir kitap ve bir fincan çayla kıvrılıp, yağmurlu bir günde evde oturabilmeyi…
Artık tüm bunlara sahip olmadığım için kendimi kötü hissediyordum ki birden aklım başıma geldi: İstersem, hepsine sahip olabilirdim. Tek yapmam gereken bana düzenli gelir getirecek bir işe girmekti. O zaman, depodan ve arkadaşlarımdan eşyalarımı toplayıp, kendime bir daire tutabilirdim. Çaydanlığım, pencerelerde istediğim kadar buhar bırakır, kendi kahve makinamla dilediğim kadar kahve demleyebilirdim.
İşte o an hemen kararımı verdim ve Endonezya’ya bir bilet aldım.
Çünkü aynı anda fark ettim ki, 1,5 yıldır kollarımı incitme pahasına yüzerek uzaklaşmaya çalıştığım bir girdaba, kendi konfor alanıma geri çekiliyordum.
Kariyerimi bıraktım, çünkü hayatım beni tatmin etmiyordu. Yaptığım şeyler, o ruh örseleyici toplantılar, beyin kanaması geçirten kreatif seanslar, briefleri çözümleme, araştırmaları okumak, sunumlar yapmak, konkurlara girmek… Bunları yapmayı ve iyi tarafları olmasına rağmen yaşamakta olduğum hayatı artık sevmiyordum.
Dünyada yaşayan milyonlarca insana kıyasla çok ayrıcalıklı bir hayatım olduğunu ve kendi isteğimle bu hayatı bırakmanın da başka bir ayrıcalık olduğunu çok iyi biliyorum. Dahası, mecbur kalmadan, kendi ülkemden terör ya da savaş yüzünden ayrılmak zorunda bırakılmadan, bu kadar uzun dönemli seyahat edebilmek de bir ayrıcalık. Bütün bunları biliyorum ve çok da minnetarım. Ama aynı zamanda hayatta ev kredisi ve borç ödemekten daha fazla şeyler olduğunu da biliyorum. Kendimi “Çalış, tüket ve öl” döngüsünden kurtardım. Minimum eşyayla yaşamayı öğrendim. Mutlu olmak için fazlasına ve sonra biraz daha fazlasına ihtiyacım yok. Hayatımla ilgili anlamlı bir şeyler yapabilme fırsatını elde ettim ve hayatımın geri kalanı boyunca tüm çamaşırlarımı elimde yıkamam gerekse bile bu fırsattan vaz geçmeyeceğim.
40 yaşıma henüz bastım. Umarım ki, önümde daha uzun bir zaman olsun. Bir kafeste geçirmekle harcanmayacak kadar değerli bir zaman… Geri dönemem. Geri dönmem. Bu, aklımda yalnızca iyi anılar kaldığı ve ilişkimizin ilk başta neden yürümediğini unuttuğum için, eski bir sevgiliye geri dönmek gibi olur.
Hem lütfen söyler misiniz bana, dışarıda koca bir dünya sizi bekliyorken, aptal bir kuş kafesine kimin ihtiyacı var aslında?
Instagram ve Facebook hesaplarımı buradan takip edebilirsiniz.
Bu yazı, Huffington Post’ta yayımlanan makalemin Türkçe çevirisidir. Orijinal yazıya buradan ulaşabilirsiniz:
Yasemin
Ne kadar güzel yazmışsınız. Bir an kendi düşüncelerim, cümlelerim içinde buldum kendimi. Herkes kolay kolay yakalayamıyor, ulaşamıyor bu boyutta düşüncelere, yakalamışken hayatı bırakmamanız ve devam etmeniz çok da isabetli olmuş 🙂
Şölen Yücel
Çok teşekkür ederim Yasemin Hanım. 🙂 Sevgiler